*KİME GÖRE CAHİLLİK!

Kime göre cahillik!

Düşünürlerin modalaşmış cümleleri o denli saygın sayılabiliyor ki, görüşleri desteklemek için kullanılan alıntılara eleştirel gözlerle bakmak dahi mümkün olmuyor. Muhakkak doğru diye kabulleniveriliyor. Örneğin; “Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır.” Nietzsche’nin bilinen bu cümlesini daha önce bir yazımda kullandığımı hatırlıyorum. Çok matah bir sözmüş gibi toplumsal bir olayda en kolayına kaçmak adına sıkıntının sebebini halka yüklemek için çokça kullanılır. Genelde seçimler sonrası kendi beceriksizliğini örtme telaşı ile halkın tercihini küçümsemek için bazı siyasetçilerin de sıkça başvurduğu bir sözdür bu.

Nietzsche’nin yukarıdaki bu alıntısını salyaları akarak kullanan başka akıllara, Ortadoğu, Mısır ve özellikle Libya’da yaşananlar cevap vermiş oldu. Bu sözler aslında tam da demokrasi karşıtlarının ezberi. Halkı hiçe sayan, köleliğin olduğu eski medeniyet demokrasisi özlemi bir anlamda. Günümüzde darbecilerin, din devleti heveslilerinin, cahil diye kendi insanlarını aşağılayanların dışavurumu.

Asıl enteresan olan; aydın kesim oldukları ifade edilenler ve ülkenin okumuşları diye tüm öğretim görmüşleri kendi çoğunluklarına sayan kesimlerin bu hevesi gösteriyor olmalarıdır. Eğitim seviyesi ile demokrasi arasında kaçınılmaz olduğu varsayılan ilişkinin mutlaka pozitif sonuç verdiğini tekrarlamak inandığımız aldatmacalardan birisidir. Bunun yani eğitim seviyesi ile demokrasinin bir gösterge ile gitmediğinin en çarpıcı örneği, gelmiş geçmiş uygarlıklar arasında belki de en kültürlüsü, en eğitimlisi olan Almanya’da, İkinci Dünya Savaşı öncesi Hitler önderliğinde seçimle iktidara gelen Nazi rejimidir.

Burada gelişmişlik değil, ekonomik parametreler hiç değil, asıl belirleyici olanlardan önemlisi korkudur. İşin içine korku girince çoğunluk susar. Derin güçler devreye girer. İnsanlık anlayışı yerini iktidar erkine terk eder. En basitinden ‘mahalle baskısı’ olunca dahi oradaki çoğunluk buna uyar, uyum sağlama artık bir mecburiyet ‘genel kabul’ haline gelir.

Demokrasinin ancak özgürlükte, güven duygusu olduğunda yani korkusuz bir topluma sahip olunduğunda temeli sağlamlaşır. Toplum, hayatının her kademesine katılımla var olur, yaşatılır. Bir ülkede demokrasinin olmaması, ‘halkın cehaletinden’ değil halkın korku sarmalında boğulmasındandır. Ayrıca halktan geldiklerini iddia edenlerin iktidara gelince devlet zırhına bürünüp, devletin tüm imkânlarını kendi iktidarlarını koruma ve muhaliflerini korkutmak için kullanmaları demokrasinin en büyük tümörüdür.

İşte Mısır’da, Libya’da yaşananlar, meydanlarda ‘seslerini hiç kısmayan’ kitleler oluşturmasının nedeni, baskı altındaki halkın korkusunu yenmesidir. Mısır’da bir arada bulunması imkânsız gruplar bile diktanın gücünü yok etmek için bir araya gelmiştir. Amaç diktatörlük rejimini savunan, onlara destek olan güçlerin bertaraf edilmesi değil midir? İşte baskı altındaki halkın korkusunu yok eden de, kalabalığa ulaştığınızda, birlikte olmanın verdiği güven artık önünüzde hiç kimsenin duramayacağı hissini yaratıyor olmasıdır.

Eczacı kitlesi, çalışanı, öğrencisi ve örgütü ile Tahrir Meydanındaki benzer hissi birçok defa somut deneyimlerle yaşamıştır. Kapatma eylemleri, Ankara mitingi ve defalarca sorgulamaya bile almadan yapılan eylem hazırlıkları gibi yaşanmışlıklar eczacıya ‘bir arada olmanın’ gücünü sınama şansı vermiştir.

Bizim gibi, hükümetlere baskı görevi üstlenen yapılar, meslek içi eleştirileri kaybettiğinde veya üst birlik, odalar içe kıvrıldığında ne kadar doğru işler yapsalar da tehlike sinyalleri vermeye başlar. Meslek birliklerimiz içerisindeki muhalefet etme görevi üstlenen yapıların beceriksizliği bu gerçeği daha da önemli hale getirir.

Burada Mısır’da yaşananlar ile eczacılık camiasını birebir örtüştürerek bir mesaj vermeye çalışmak elbette gerçekten uzak bir yaklaşım olur. Buradaki sözler, örgütlerimizin üyeden kopuk bir yapıya evrilmesi olasılığının, tamiri imkânsız ciddi hasarlara neden olabileceğini vurgulamak ihtiyacındandır. Yaşadıklarımızı toplumsal meselelerden ve gerçekliğinden ayrı tutmadan hepimizin kendisini sorgulamaya alması gerekir. Kendimize yarattığımız küçük pencereden dünyayı tahlile kalkışırsak yanılgıya düşmüş oluruz.

 Burada göz ardı edilemeyecek en önemli şey; bireyin sessizliği veya daha kötüsü sadece kendi küçük dünyasından yaşananları sorguya almasının yarattığı enerji birikimidir. Bu enerjinin nerede, nasıl ve hangi şiddetle açığa çıkacağı belli olmamakla birlikte her zaman tehlikeye işarettir. Yaşam alanlarında biriken enerjinin patlamaya neden olmaması için sürekli sorgulayan bir yapıya ihtiyaç vardır. Bu da örgütlerimizin demokratik yapısını besleyen kanallarını olabildiğince genişletmesi ile mümkündür.

Vakit hem kişisel hem de örgütsel bakış açımızı genişletmek adına; kimi bilinçsizce yarattığımız, kimi bizim için bilinçli bir şekilde yaratılan ve dayatılan dar çerçeveleri kırma zamanıdır.

Hayatın kendisine karşı tavırsız bir duruş sergilemek, sessiz kalmak; bireysel kabulleniş kadar zavallılık ifadesidir.

*ADEOB’da yayımlanmıştır.*

 


14 Mart 2011     Okunma Sayısı : 5250     Yazdır