"DEĞER" YİTİMİNİN FARKINA VARABİLMEK*

“Değer” yitiminin farkına varabilmek!

Meslekte, iş hayatında, kişisel ilişkilerde, toplumsal yaşam yorumlarında kısaca hayatın tüm pratiğinde sıkça ‘değer’ sorgulaması yapılır. Buradaki kasıt, somut olarak bir bedel üzerinden ifade edilen ‘değer’  değil elbet. Soyut olarak insanın içinde hissettiği, kişinin ya da toplumun kıymetli veya önemsiz bulduğu değerlerdir.

İnsan, değerler ile sosyal bir yapıya dönüşür. Değer yok ise sosyallikten söz etmek doğru değildir. Tüm toplumsal sistemler değerler üzerine kurulur. Değerlerin kapsayıcılığı, ortak yaşamı kolaylaştırıcılığı gibi unsurlar toplumsal şekillenmelerde önemli etmenlerdir. Örneğin “toplumda ‘paylaşım’ değerleri güçlü kurulmuş ise, kişisel egolar azalmış demektir.

Bugün olduğu gibi, yeni davranış kabulleri şayet; “sığ ve bireyin sadece çıkar yanını güçlendiriyor ise kişi ‘kendine ait dünya’ dışında hiç bir değeri ‘değer’ olarak görmemeye başlar.” Bu kabul sonucu oluşan değer yargısı ise toplumun toplumsal yanını yok eder.

Her değer, kendi içerisinde bir başka değeri değersiz hale getirir. Diğer anlamda -etiğin karşılığı rekabet olduğu gibi- zıtların hareketi ters orantılıdır. Bireyler, kalabalıklar, zihinlerde yer etmiş kültür, gelenek, bilinen ya da adına ne söylenirse söylensin, yılların tüm öğretilerini, zaman içerisinde aşındırarak toplumsal çatırdamalar yaratabilir. Tabi değerlerin erozyonundan daha çok, yerine konulan değerin toplumu nereye yönlendirdiği asıl önem taşır.

Elbette kadın hakları, demokrasi önündeki engeller gibi eski kültürlerin değişime uğraması, yanlış öğretilerin modern yaşam öğretilerine uyumlaşması doğal karşılanmalıdır. Ancak salt özgürlüğün gereği gibi bir algıyla, kişinin kendisini merkeze aldığı, kompleksler içerisinde ve hatta “düzene karşıtlık” modası ile tüm yargıları değersizleştirmesi, bayağı bir davranış halindedir. Bu tiplerin en hafifi de çevresindeki insanlarla ilişkilerini değersiz hale getirmekten hiç bir zaman tereddüt etmeyenlerdir. Kişinin toplumsal yanı, görece gelişmişliği ile ilgili değil ancak insana verdiği değerle ölçülebilir.

Çokça dile getirilen magazinel kültür bir yaşam biçimine dönüştüğü gibi ‘değer’ yargılarınızı da piyasa anlayışının egemenliği altına itmektedir. Piyasa hâkimiyeti ya da piyasa anlayışı sadece ticari alanlarda kullanılan bir terim değildir. Piyasa, aynı zamanda tüketimin batağına saplanıp kalan, kendisine herhangi bir değer yaratamayan toplum üreticisidir. Piyasacı mantık, her şeyin her seferinde farklı bir bedelde satın alınabilir olduğunu savunur. Değerin her defasında bir başka ‘değer’ taşıması o değerin değersizleşme ile sonlandığı da bir başka gerçekliktir.

Değerlerin değersizleştirilmesinde ve bireysel yanın etkin olmasında diğer bir önemli unsur ‘doyumsuzluk’ egosudur. Bu o kadar insanlıktan uzaklaştıran bir duygudur ki, ilk başta “elde var” diye baktıklarına karşı özensizlik hali ile başlar. Doyumsuzluk her yönü ile kişinin maskesini çıkarılmasıdır. Ancak ‘doyumsuzluk canavarı’  bir müddet sonra kişinin kendisini tüketmeye başlar.

Ticari, siyasi, mesleki ve özellikle kişisel değerlerin değer olmaktan çıktığı noktada, kaybetme duygusu körelmeye başlar, cesaret ise doruk noktasına ulaşır. İnanılması güç hareketler ile yeni davranış modelleri başlar. Yaşadığı sarsıntı karşısında kendine has mantıkla ‘savuşturma’ savunmasını çalıştırır. Yani yüzleşmek yerine ‘üstünü örtme’ tavrı tercih edilir. Kendince yazdığı oyunun sahnesinde rol kesmeye devam eder. İşte hiçbir şeyin önem taşımadığı bu duygu anı; en tehlikeli olandır. Hayata dair hiçbir değerin sayılmaması bir son niteliğindedir.

Sonuçta ‘değer’ toplumsal bir olgudur ve bundan kaçmak mümkün değildir. Sözünü etmeye çalıştığımız toplumsal yaşama, alışkanlıklara yani eskiye duyulan özleme dair olmadığını vurgulamakla birlikte, toptan bir değer yitiminin sonucu, anlam dünyasının alt üst oluşu, güven eksikliği, bugünün en bilinen belli başlı sorunu haline geldiğidir. Tükeniş, kaybediş, sevgi mundarlığı ve güven yitimi en çok karşılaşılan durum olmaktadır.

Arkadaşlıkta, dostlukta tüm ilişkilerde olduğu gibi meslekte de bu değer yitimi sonucu oluşan hasar onarılmaz hal alabilir. Maalesef, toplumdaki yerimizi bize kazandıran mesleğimizi herkesten önce bizler değersizleştirmeye çalışıyoruz. Bizler, ülkemiz ölçeğinde yeri belli, insana hizmet veren mesleğimizi, en önemli değerimiz yapmalıyız. 

Bireyin doyumsuzluğuna karşı nasıl bir çözüm bulunur bilinmez ancak değer erozyonu karşısında, toplumun önüne değerlerini koruyan politikaların sunulması gerekir. Toplumsal yanımıza yapacağımız yatırım bireyi, insanı insan eden egoları güçlendirir.

Ayrıca, piyasanın diğer anlamda ekonominin salt değer olarak görülmesi en büyük ‘yalnızlık’ yaratandır. Çevre ile ilişkiler maddi temel çerçevesine yerleştirildiğinde sürekli hesap makinesi kullanmak gerekir. Sözde yakınlık kurmak adına bireylerin amir veya menfaati olan bireylerle ilişkisi suiistimal edildiği takdirde -en basit terimle- kendini değersizleştirmek demektir.      

‘Değer hissi’ yaşamın her saniyesinde bizlerle olmaya devam edecek. Toplumun her türlü öğretisine rağmen neyi değerli bulduğuna kişi kendisi karar verecektir. Ancak tek başına değersizleştirmeye giriştiğinde, aslında kendisini değersiz hale getirmiş olacaktır.

Her türlü şartlara rağmen bizi biz yapan değerlerimizi ihmal etmemeliyiz. “Yaşam, paylaşımı güçlendiren değerlerle daha güzeldir” diyebilen bireylerin çoğalması dileklerimle…

Ecz. Burhanettin BULUT

*ADEOB’da yayımlanmıştır.*

 


18 Şubat 2011     Okunma Sayısı : 4770     Yazdır